Birlikte Yaşamayı Öğrenmek Lazım
Fragmanlarını görür görmez bu filmi mutlaka görmeliyim demiştim. Hem uluslararası bir konusu olduğu için hem de bir kahramanlık hikâyesi içerdiği için. Oldum olası sevmişimdir kahramanlık hikâyelerini. Fakat son iki yıldır şehrin göbeğinde ama bir nevi de inzivada yaşayan ben nerde, sinemaya gitmek nerde… Öyle kalıverdi Ayla zihnimin bodrumunda…
Annemle ortaokuldan beri arkadaş gibiyiz. Birlikte dışarı çıkar, gezer, dolaşır, bir şeyler yaparız. Bu yaptığımız “bir şey” lerin pek de önemi olmaz aslında çoğunlukla. O esnada bazen sadece iki kadın olur dertleşiriz. Bazen ben anne olur onu sararım, bazen de O anne olur beni sarar. Neysek, nasılsak birbirimize o halimizle akarız. Bazen hiç konuşmayız. Sadece yan yana dururuz. Yan yana nefes almak bile iyi gelir bize. Bazen de bir şeyleri kutlarız. Yine o zamanların birinde dedik ki “Ya… Şu Ayla’ya gidelim. “ İlkinde tutturamadık. İkincisinde annem inat etti. Akşam olmuş sekiz, “Gidelim en yakın seansa bu akşam “ dedi. Baktım annemin gözlerine. Kırk bin anne kuvvetinde. Gayet ciddi ve kararlı. Gülümsedim. Bu suratı biliyorum dedim içimden. Kesin gidilecek. Kaçış yok.
E evden de taşınmışım zaten, haftada bir görebiliyorum artık annemi. Kırar mıyım hiç, asla! İçim de biraz buruk açıkçası bu konuya. Hafiften burnumun direği sızlıyor ve birden düşüncelerimin içinde kayboluveriyorum…”Yıllarca yalnız yaşadıktan sonra annemin yokluğuna alışan ben eve geri döndüğüm şu iki senede ne kadar alışmışız ne kadar kenetlenmişiz birbirimize. Hala alışamadım yokluğuna” diyorum içimden, Gizli gizli özlüyorum annemi ama çaktırmıyorum tabi. Çünkü eğer ki söylersem biliyorum ki annemin çok hızlı ve basit bir çözümü var. “Eve geri dön”! İçimden bu çözüme kocaman sessiz bir kahkaha atıp kendimi düşüncelerimin içinden çekip çıkarıyorum. Hemencecik o haftaki ev ziyaretimin sinemaya gidile bilirlik durum kontrolüne başlıyorum. Haftalık yeğen mıncırma? Tamam. Haftalık yenge-kardeş genel ilişki kontrol? Tamam. İşler, güçler? Tamam. Asayiş berkemal. Her şey yolunda. Oh mis. Gönlüm rahat şimdi. Bir Ayla kalmış üstü çizilmemiş. “Haydi, gidelim de bir çizik atayım ben de bari” diyorum. İki dakikada toplanıp herkesi öpüp hop soluğu sinemada alıyoruz anne kız -kardeşim ve yengemin şaşkın bakışları altında.
Işıklar kararıyor. Derin bir nefes alıp bırakıyorum kendimi koltuğa. “Ah anne, ne iyi ettin de getirdin bizi” diyorum içimden. Hem bana bir mola oluyor, biraz durabiliyorum o günkü bütün koşturmacanın içinde, hem de annemin gönlü hoş oluyor. Daha ne isterim.
Film başlıyor. Her şey gayet güzel. Tıpkı beklediğim gibi, soluk soluğa izliyorum sıkılmadan. Sonra gemide geçen bir sahne başlıyor. Komutana mazot lazım oluyor. Hemen motorize bölümünden başrolde oynayan asker Süleyman’ı çağırıyorlar. Komutan “Bana mazot bulabilir misin?” diyor. “Hemen” diyor Süleyman. Komutan çok mutlu oluyor. “Yaşa be!” diyor. “Benim kamarayı karıncalar basmış, mazot getir de silelim!” Süleyman’ın sesi ve suratı değişiyor birdenbire. “ Ama o zaman ölürler.” diyor. “Öldürmeyip ne yapacağız?” diyor komutan. “E besleyeceksiniz.” diyor Süleyman. Sonra en bayıldığım sahne geliyor. İkisi komutanın kamarasındalar. Karıncaların seviyesine inmişler, yere uzanmışlar. Süleyman elinde şeker karıncalara tepeleme şeker döküyor, komutan da izliyor. “Onlara şeker verirseniz, beslerseniz artık sizi rahatsız etmezler komutanım. Birlikte yaşamayı öğrenmek lazım” diyor. O anda gözümden iki damla yaş geliyor. Zihnimde yıldırım hızıyla anılar canlanıyor…
Yeni evime taşınalı daha 1 gün olmuş. Evdeki ilk günümün ardından taşınmanın verdiği yorgunluk ile kendime şöyle dumanı tüten bir kahve yapıyorum. Eski evimden alışkanlık içtiğim kahvenin fincanını salonda sehpada bırakıveriyorum… Ve uykuya yenik düşüp yatmaya gidiyorum.
Sabah oluyor, uyanıyorum. Yeni evimde ilk günüm. Çok heyecanlıyım. Sonunda hayallerimdeki eve kavuşmuşum. Sabah ilk iş bir fincan sıcak su yapıp içmek üzere salona doğru yollanıyorum. Salona geldiğimde bir de bakıyorum ki her yeri karıncalar basmış. Üstelik de dün sehpanın üzerinde unuttuğum boş kahve fincanından başka bir şey de yok yemek uğruna ama onlar yerden yol yapmışlar, adeta küçük bir ordu kurmuşlar fincana doğru. Çok canım sıkılıyor. “Of!” diyorum, ”Yandık”. Eski evimde istediğim her yere her şeyi koyardım, yere bir şey düşse dert etmezdim “Tüh!” diyorum, “Şimdi her şeyi koruyup kollayacağız, dışarda bir zerre bıraksam karıncalar dadanacak, başımıza iş aldık. “
Sonra diyorum ki “Acaba evi ilaçlatsam mı?” … Hatta anneme açıyorum konuyu. Önce diyor ki “Aaaa karınca berekettir demek ki yeni evin bereketli olacak.” “Ama anne” diyorum, ”Eski evimde yoktu karınca?”. “Hım” diyor, “… Doğru, orda da evin bereketliydi.” Kafasında kısa bir hesap yapıyor. “Demek ki ilgisi yok” diyor, basıyoruz kahkahayı.
Sonra ciddi ciddi gene bu karınca meselesine kafa patlatıyoruz. Şu karınca ilacı var bu var diye anlatıyor anneciğim. “Aaa hayır anne” diyorum, “… Öldüremem ben onları”. Kara kara düşünüyoruz gene. Bir yandan da evde neyi nereye koyduğuma dikkat ediyorum. Gece yatarken ortada bir şey bırakmıyorum. İzlemeye başlıyorum onları. Fark ediyorum ki taşındığım ilk hafta kıtlıktan çıkmış gibi sağda solda ne bulurlarsa saldırıyorlar, baya bir erzak toplayıp bir süreliğine ortadan kayboluyorlar. Anneme anlatıyorum hemen. Annem de demez mi “ Aaa! Ev 5 aydır boştu ya, aç kalmışlar”. İçim cız ediyor “Ah anne ya” diyorum “Artık onlara elimi süremem.”
Evim, karıncalarım derken anılarımdan sıyrılıp Ayla’ya ve o sahneye geri dönüyorum. Birdenbire kafamda bir şimşek çakıyor. Üçüncü bir ihtimal. “Evet” diyorum, “… Birlikte yaşayabiliriz. Kimsenin ölmesine gerek yok. Ben onları beslerim. Biraz da dikkat ederim olur biter.” Ve karınca meselesi gönlümde, zihnimde, evimde sonsuza dek o iki damla gözyaşı ile çözülüveriyor.
Bu yazıyı yazmadan az evvel misafirim vardı. Mutfakta güzel bir sofra kurduk. Yedik, içtik. Herhalde bir şeyler yere düşmüş olacak ki bir baktım benim çalışkan karıncalar hemen çıkmışlar dışarı yemek topluyorlar. Bu sefer ben de destek çıktım, biraz şeker verdim. Eskiden “Tüh yere bir şey düştü, şimdi karınca gelecek.” diye oflanıp sızlanan ben artık düşenleri kaldırıp bir de onların yuvalarına yaklaştırıyorum alabilsinler diye. Çok mutluyum onlarla ve onlar da bu evin ahalisi artık bana göre. Ara ara gidip yuvalarını ziyaret ediyorum ne yapıyorlar yemek bakınıyorlar mı diye. Hep birlikte mutlu mesut yaşıyoruz. Hepimize yer var bu koca evrende herkes birbirinin yaşam hakkına saygı gösterdikçe.
Bu karınca meselesi neden bu kadar önemli biliyor musun? Eskiden karınca gelir diye pikniğe bile gidemeyen biriydim ben. İleri derecede böcek fobim vardı. Hiçbir şey yapmadan sadece ahimsa (yogadaki etik değerlerden biri olan; zarar vermeme uygulaması) uygulayıp ve vegan beslenmeyle bu bilinç sıçramasını yaşamak zihnimde ve enerjimdeki bu değişimi ve özgürleşmeyi hissetmek hem çok keyifli hem de insanın analitik zihni açısından çok şaşırtıcı. ”Nasıl oldu? diyorum. Oluyor işte. “Yoga yap. O olur Bu olur” diyoruz ya, oluyor işte! Ancak dönüşümün belli bir saati ya da ölçüsü yok ama elbet bir gün oluyor. Herkesin kendi kendine koyduğu zihinsel hapishaneden benim gibi özgürleşmesi kişiye özgü bir şekilde gerçekleşiyor. Eğer bu yazıyı okuyup azıcık bile merak ettiysen, ilgi duyduysan “yoga bana da iyi gelir mi” diye, evet, gelir sevgili okuyucum. Her derde iyi gelir. Ama sen sadece yoganı yap gerisini bırak evren halleder. Belki benim gibi fobilerinden azade olursun belki kuşlarla konuşmaya başlarsın.
En kısa zamanda hepimizin özgür olabilmesi dileğimle,
Namaste
Kaynak: Rana Korkunç’ un www.yogadergisi.com sitesindeki yazısından birebir alıntıdır.
Siz de fikrinizi belirtin